Bugünkü albümümüz Pink Floyd’un 1967’de çıkan The Piper at the Gates of Dawn albümü. Söz konusu albüm Pink Floyd efsanesinin ilk albümü olma özelliğini taşımaktadır. Bir şarkı (Take Up Thy Stethoscope And Walk) haricinde tüm şarkılar Syd Barrett tarafından yazılmıştır. Syb Barrett’i ikinci albümden sonra ayrıldığını göreceğiz ama bir çok Pink Floyd albümündeki etkilerinden bahsedeceğiz ileride. Bu nedenle de albümün değeri artıyor, zira Syd Barrett yaratıcılık anlamında çok üst seviyede.
Bu albüm psychedelic rock tarzında bir albüm olmakla beraber yaratıcılık anlamında da çok derin olduğu söylenebilir, ki burada Syd Barrett’in etkisi maksimum seviyede. Bu nedenle klasik olarak bilinen Pink Floyd albümlere nazaran (The Wall, Dark Side of The Moon gibi) çok farklı bir yerde olduğu muhakkak.
Sahip olduğum plak 1967 ilk basım İngiltere baskısı. Hem kayıt, hem de albümün taşıdığı anlam açısından; çok değerli. 1978 Türk basım versiyonu ise klasik kapak tasarımından farklı bir tasarıma sahip. Aynı zamanda plak göbeğinde grup adı Pinky Floyd olarak yazılmış, bu nedenle koleksiyonluk değere sahip. Bu basım ile alakalı fotoğraflara buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz (yeni pencerede açılır).
Albümdeki şarkıların listesi şu şekildedir:
Astronomy Domine
Lucifer Sam
Matilda Mother
Flaming
Pow R. Toc H
Take Up Thy Stethoscope And Walk
Interstellar Overdrive
The Gnome
Chapter 24
The Scarecrow
Bike
Bu albümdeki favori şarkılarım, Astronomy Domine, Lucifer Sam, Interstellar Overdrive ve Bike.
Albümü playlist şeklinde dinlemek için aşağıdaki gömülü bağlantıyı kullanabilirsiniz:
the piper at the gates of dawn albümü; kalbimin mahzun gözlü prensi syd barrett’in kartviziti. syd’i hiç tanımayan, bilmeyen birine onun hem ruh dünyasını hem de müzikal yeteneğini aynı anda anlatan özel bir albüm.
albüm olarak “pink floyd”un ilk uzunçalarıdır evet ama pink floyd’u pink floyd yapan albümdür diyemem. (bir floydian – bence- bunu demez zaten) the piper…albümü pink floyd’un syd barrett varken nasıl olduğunu, nerede durduğunu gösteriyor. progresif rock değil, dört dörtlük bir “psychedelic rock” şölenidir. özgür deneysellik daha ilk şarkıdan itibaren hissedilir, şarkılarda rastlanan atonal yansımalar tam da syd’in geçici-değişken ruhunun işaretleridir.
kapağıyla, müziğiyle, şarkı sözleriyle; her şeyiyle tam anlamıyla bir psychedelic rock eseri. ”psychedelic rock nedir?” sorusunun yanıtını dinleyene tam anlamıyla verebilecek bir albüm. bu kadar kusursuz aktarılmış imgelerin, hayali arkadaşlıkların, dile getirilen masalların (veya triplerin) syd barrett gibi darmadağınık ve üst seviyede düzensiz bir figürden ortaya çıkmış olması başlıbaşına bir tezat gibi görünür.
bedeniyle yanımızda duran bir insanın o an ruhen nerelerde olduğunu ona hiç sormadan hissedebilmek, iki insanın kurabileceği en yakın ve tek gerçek ilişkidir.
Pink Floyd’u oluşturan albümlerden biri denebilir. Bu olmasaydı dark side of the moon olur muydu mesela? Tam bir felsefe sorusu.
Keşke Syd Barrett’i daha uzun süre görebilseydik, müzikal yeteneğine ters orantılı olarak çok kısa sürdü bu yaşamı.